Dr. Öğr. Üyesi Gözde MERT
Nişantaşı Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi
İşletme Bölüm Başkanı & Gözde Araştırma Şirketi Kurucusu
“Milli ekonominin temeli tarımdır.” Atatürk
Yeryüzünde tarıma elverişli topraklar sınırlı olmasına rağmen verimlilik artışları sayesinde birim araziden elde edilen ürün miktarı büyük oranda artırılabilmektedir. Buna son zamanlarda gen mühendisliği alanında kaydedilen gelişmeler de eklendiğinde yeryüzündeki kaynakların israf edilmeden kullanılması ile bugün yeryüzünde açlık diye bir sorunun olmaması gerekir. Oysa günümüzde yeryüzünün birçok bölgesinde hızla büyümekte olan bir açlık sorunu vardır. Dünyadaki açlık sorununun giderek büyümesinde ve bu konudaki endişelerin artmasında küresel iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve bölgesel anlaşmazlıklardan doğan çatışmalar etkilidir.
Tüm insanların her zaman sağlıklı ve aktif bir yaşam sürdürebilmek için yeterli, güvenli ve besleyici gıda almalarını sağlayabilmek insanlığın önündeki en önemli zorluklardan birisidir. Dünya Gıda Programı’na (World Food Program) göre dünyada 815 milyon insan yeterli beslenememektedir. İnsanların 1/3’ü ya kötü beslenmekte ya da obezite gibi gıda kaynaklı sorunlarla karşılaşmaktadır. Beslenme sadece kişisel durumumuz için değil, aynı zamanda sağlık, refah, çevre, afetlerle mücadele, su, enerji ve hatta yönetişim konularını da direkt olarak etkilemektedir. Birleşmiş Milletler raporlarına göre dünya çalışan nüfusunun %26’sı tarım ve beslenme ile ilgili alanlarda çalışmaktadır. 2021’de 11 triyon dolara ulaşan bu sektörün büyüklüğü her geçen gün artmaktadır.
Sürdürülebilir kalkınma kavramının ortaya çıkmasına giden yol, 1940’lı yıllarda Dünya nüfusunun artan yiyecek ihtiyacını karşılamaya yönelik önemli bir buluş olarak kabul edilen “Yeşil Devrim” ile başlamıştır. 1950’li ve 60’lı yıllarda hızla artan nüfusa yiyecek sağlama probleminin çözümü olarak gündemde olan yeşil devrimin günümüzde ortaya çıkan çevre sorunları ile ilintili olduğu tartışılırken, günümüzde yiyecek üretimi ile ilgili gündem, sürdürülebilir kalkınma kavramının ortaya çıkması ile farklı alanları da içermektedir.
Yeşil Devrim, 1940’lı yıllarda Meksika’da tarımsal uygulamalardaki yeniliklerle başlamıştır. Bu uygulamalar sonucunda elde edilen daha fazla yiyecek üretme başarısı, 1950’li ve 60’lı yıllarda hızla artan nüfusa yiyecek sağlama problemi ile karşı karşıya kalan tüm Dünya ülkeleri için mükemmel bir çözüm olmuştur. Yeşil Devrim’in yaratıcısı olarak kabul edilen Dr. N.E. Borlaug 1970 yılında, özellikle Hindistan, Meksika ve Orta Doğu’da milyonlarca insanı açlıktan ölmekten kurtardığı için, Nobel ödülü almıştır. 1980’li yıllarda ise, yiyecek üretiminin artması ile milyonlarca insanı açlıktan kurtaran Yeşil Devrim’in gerçekte “yeşil” olmadığı tartışılmaya başlamıştır. Çünkü Yeşil Devrim uygulamalarının dayandığı temel noktaların (daha fazla kimyasal gübre ve pestisit kullanımı, daha fazla su kullanımı, tarla açmak için yok edilen sulak alanlar, otlaklar, orman alanları ve doğal alanlar) aslında günümüzün küresel problemlerinin temel nedenleri olduğu öne sürülmektedir. 1950’li yıllarda, insanoğlunun çevre sorunları ile karşılaşmasına yol açacak nedenlerden biri olan Yeşil Devrim sürecine götüren en önemli neden, artan nüfusun yiyecek ihtiyacının karşılanamamasıydı. Ancak, nüfus artışının sadece yiyecek sıkıntısı ile değil, ekolojik tehditlerle de ilintili olduğu 1968 yılında Paul Ehrlich’in yazdığı “Nüfus Bombası” (The Population Bomb) adlı kitapla tarihe geçmiştir. Aynı yıl pek çok uzman, Paris’te Birleşmiş Milletler (BM) Biyosfer Konferansı’nda ilk kez bir araya gelerek, kirlilik, kaynakların yok olması ve sulak alan kaybı konularının da aralarında olduğu, küresel çevre problemlerini tartışmışlardır.
1972 yılında Roma Kulübü Raporu olarak da bilinen “Büyümenin Sınırları” (Limits to Growth) başlıklı kitap yayımlanmıştır. Bu kaynakta yanıt aranan soru ise; “Bugünün temel sorunları olan 5 değişken (hızlı nüfus artışı, gıda üretim şekli, sanayileşme hızı, çevre kirlenmesi düzeyi ve yenilenemez doğal kaynakların tükenme hızı) bugünkü seyrinde ilerlerse önümüzdeki yüzyıl içinde ekonomimizi nasıl bir gelecek bekliyor?” idi. Günümüzde bu soruyu, “Mevcut ekonomik düzen ve uygarlığımız sürdürülebilir mi?” şeklinde sormak mümkündür. Ancak 1972 yılında henüz sürdürülebilir kalkınma kavramı bu anlamda kullanılmıyordu. “Büyümenin Sınırları”nda bu soruya verilen yanıt ise özetle şöyledir:
- Dünya nüfusunda, sanayileşmede, çevre kirlenmesinde, gıda üretiminde ve doğal kaynakların tükenmesinde bugünkü büyüme eğilimi süregelecek olursa, gezegenimizde ekonomik büyüme gelecek yüzyıl içinde sınırına dayanacaktır. Olasılığı en fazla sonuç gerek nüfusta gerekse üretim kapasitende oldukça ani ve kontrol altına alınmayan bir düşüşün ortaya çıkmasıdır.
- Bu büyüme eğilimini değiştirme ve gelecekte uzun süre devam edebilecek ekolojik ve ekonomik bir denge kurma olanağı vardır. Dünya çapında bir denge, dünya yüzeyindeki her bireyin temel maddi ihtiyaçlarına doyumunu sağlayacak ve her bireyin beşerî potansiyelinin geliştirilmesi için eşit fırsata sahip olmasına olanak verecek biçimde tasarlanabilir.
- İnsanlar, birinci sonuç yerine ikinci sonucu elde etmek için çaba harcamaya karar vermeleri halinde, ne kadar çabuk harekete geçerlerse, başarı olasılıkları o ölçüde artacaktır.
Bu yanıtın politik tercümesi, “hemen şimdi” ve “sıfır büyüme” oldu. 1972’yi takip eden 10 yıl içinde pek çok Batı ülkesinde birbiri ardınca kurulan yeşil partiler ekonomik büyüme paradigmasını çok daha cesaretle eleştirmeye ve sıfır büyümeyi savunmaya başladılar. Artık, gezegenin taşıma kapasitesinin yüzyıl daha dayanamayacağını, küresel ısınma ile ilgili tahminlerden çok iyi bilinmektedir.