Bazen bir şeyler yapmanız gerekir. Bazen de ‘olduğunuz o muhteşem kişiyi’ sadece tarafsız bir gözle ‘fark etmeniz’ yeterlidir. Yani aslında yaşam, ‘olmak ve yapmak’ dengesi arasında yaşanan bir serüvendir.
Bundan yaklaşık 2500 yıl önce, o güne kadar tarihin gördüğü en büyük imparator, bilge bir adamla karşılaştı. Aralarında geçen 2 cümlelik unutulmaz diyalog bugün bile hatırlanıyor, bundan yıllar sonra da hatırlanmaya devam edecek.
İmparator: “Dile benden ne dilersen”
Bilge Adam: “Gölge etme, başka ihsan istemem”
O imparator, Büyük İskender’di, o bilge adam da Diyojen.
Yetiştiriliş tarzı gereği Büyük İskender’in hayatta en büyük isteği başarılı olmak ve sonsuza dek hatırlanmaktı. İskender’e göre var olmak demek, önemli şeyler yapmak demekti. Neyi, nasıl yapacağı noktasında fikir aldığı Aristo gibi bir danışmanının olması ise onun en büyük şansıydı. Hayatında Aristo gibi bir figür olmasaydı, kendisini tanıma ve amacını gerçekleştirme yolculuğunda, hırs ve tutkularını yine de en akılcı şekilde bir enerji kaynağı olarak kullanabilir miydi, tarih onu yine de hatırlar mıydı, bilmiyoruz.
Diyojen ise bir fıçının içinde yaşayan, fıçısı ve üzerindeki kıyafetlerinden başka hiçbir şeyi olmayan biriydi. Hatta eliyle su içen bir çocuk görünce, su içmek için kullandığı çanağını yere fırlatıp kırdığı söylenir. Çünkü fazladan eşya taşıdığını fark etmiştir. Onun için önemli ve değerli biri olmak için bir şey yapmaya gerek yoktu. O zaten önemliydi, zaten yeterliydi ve zaten normaldi. Benim varlığım yeter, diye düşünüyordu.
Bu iki insan, yaşamın çok farklı yerlerinde iki insan profiliydi. Birinin düşüncesine göre önemli biri olmak, önemli şeyler yapmayı gerektiriyordu. Diğeri ise piramitin zirvesinde “Kendini gerçekleştirme” noktasındaydı ve “Ne yaparsam yapayım bundan daha önemli biri olamam, yaptığım hiçbir şey beni bundan daha değerli bir insan haline getiremez” düşüncesindeydi.
Her insan, “Olmak” ve “Yapmak” arasında bir yerlerde bir yaşam sürer ve hepimizin “Olduğumuz” ve “Yapmamız gereken” şeyler vardır. Sorun ise ‘olduğumuz’ ve ‘sahip olduğumuz’ süper güçleri fark edemeyip, kendimizi takdir edemememiz ve kendimize, kendi hakkımızı veremememizdir.
Mutlu ve başarılı insanlar ise yaşamlarında “Olmak” ve “Yapmak” dengesini en iyi şekilde kurabilmiş insanlardır. Sahip oldukları değerli donanımların farkındadırlar ve bir adım daha ileri gidebilmek için de strateji planlarını bunlar üzerine kurarlar. “Sahip oldukları” bu muhteşem donanımlar için kendilerine hak ettikleri değeri verirler, güçlü yanları için kendilerini takdir ederler. Özgüvenlerinin kaynağı bu öz takdirdir.
Zayıf yanları ise onların bir şeyler “yapmaları”, kendilerini geliştirmeleri gereken alanlardır. Bundan hayıflanmadan ve bunları geliştirmek için gayret içinde olmak bile farklı bir heyecan sebebidir onlar için.
Yaşamınız sadece güçlü olduğunuz noktalar, en iyi yaptığınız şeyler üzerine kurarsanız farkında olmadan kendinizi bir rutin içine hapsetmiş, doyum noktasından da uzaklaşmış olursunuz. Sizi o rutinden çıkaracak olan, o güne kadar yaşamadığınız güçlü ve farklı duyguları size getirecek olan ise zayıf olduğunu düşündüğünüz yanlarınızdır. O alan güçlendikçe yeni şeyler yapma, yeni başarılar, duygular ve doyumlar yaşama cesaretinizin her geçen gün daha da yükseldiğini göreceksiniz. Kahramanımızın yolculuğunda hikâyenin başladığı yer de tam olarak burasıdır.
Zayıf yönlerinize bir de bu açıdan bakıp, onları sevmeniz, yeni, güzel, mutlu ve güçlü duygulara yelken açmanız dileğiyle…