Dr. Öğr. Üyesi Gözde MERT
Nişantaşı Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi
İşletme Bölüm Başkanı & Gözde Araştırma Şirketi Kurucusu
“Tüm farkı yaratan emektir.”
John Locke
Kapitalizmin küresel boyuta ulaştığı süreçte sınıf kimlikleri geri planda kalmış, sınıfsal boyutu olan mücadeleler gücünü kaybetmiştir. İşçi sınıfını ve sınıf temelli hakları temsil eden “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” çalışma yaşamına ilişkin sorunların ve hak ihlallerinin yeniden düşünülmesi açısından oldukça önem taşımaktadır.
1856 yılında Avustralya’nın Melbourne kentinde inşaat ve taş işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenlediler.
1 Mayıs 1886’da ise Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçilerin günde 12 saat, haftada 6 gün çalışma takvimi bulunuyordu. Buna karşı işçiler, günlük 8 saatlik çalışma talebinde bulunarak, iş bıraktılar. Bu amaçla Şikago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüyüş yaptı. O dönemde Luizvil’deki parklar ise siyahilere kapalıydı. İşçiler birlikte yürüdükten sonra Ulusal Park’a girdiler. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler medyada da yankı buldu ve gazeteler “Böylece ön yargı duvarı yıkılmış oldu” şeklinde yorumladı.
Bu gösteriler 1 Mayıs’ta da devam etti ve 4 Mayıs tarihine gelindiğinde ise kanlı “Haymarket Olayı”na neden oldu. Yasal baskılar sonucu bu gösterinin tekrar edilmesi önlendi, ta ki 1889 yılına kadar… 1889 yılında toplanan Fransız işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs günün tüm dünyada “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmasına karar verildi ve ikinci gösteri 1890 yılında yapıldı.
Verilen mücadeleler sonunda işçilerin günlük sekiz saatlik çalışma talepleri dünya genelinde birçok ülke tarafından resmen kabul edildi. Böylece 1 Mayıs, işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliği kazanmış oldu.
Ülkelerin gelişmişlik ve refah seviyesinde ekonomik faaliyetlerin önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu nedenle çalışanlarla sağlıklı bir şekilde oluşturulan iş ilişkileri sisteminin kurulması zor olmasına karşın, gerekli ve önemlidir.
Sanayi Devrimi ile birlikte zor koşullarda çalışan mavi yakalı işçi sınıfının çalışma koşullarının iyileştirilmesinde ağırlıklı olarak ücret konusu ön plana çıkmıştır. Küreselleşmenin artması toplumsal dönüşümü de beraberinde getirmiş olup, ekonomik yapı içinde sanayi ve hizmet sektörlerindeki pay yükselmiştir. Bu durum ise iş gücünün yapısında ve çalışma koşullarında değişimleri gerektirmiştir. Eğitim düzeyinin artması, teknoloji, ulaşım ve haberleşme ağındaki gelişmeler de çalışma hayatının kurallarının şeffaf ve belirgin olmasını sağlamıştır. Çalışan bireyler daha iyi veya daha kötü koşullarda çalışan başka bir çalışanla kendisini karşılaştırır bir duruma gelmiştir. Karşılaştırmalarda, kendisini daha olumsuz ya da kötü koşullar altında çalıştıklarını gören iş gücü verimsizleşmekte ve kuruma katma değer sağlayamamaktadır.
Örgütsel adalet, sosyal bilimler literatüründe, ortak amaçlar etrafında toplanan çalışanların oluşturduğu yapı içinde verdiklerine karşılık, aldıklarının adil olması anlamı taşımaktadır. Yani, bir iş gücünün emeği karşısında aldığı haklarından ücretinin, çalışma şartlarının veya kendisine olan davranışların adil olduğuna inanması, kurumda örgütsel adaletin sağlandığı düşüncesini oluşturabilir. Böyle düşünen çalışan bir birey, yönetim ile güçlü bir bağ oluşturmakta, motivasyonunu yükseltebilme, iş tatminini artırabilmekte, kuruma bağlılık ve güven duyma gibi duyguların güçlenmesinde ve böylece performansının artmasını sağlamaktadır. Örgütsel adaletin sağlanamadığı durumlarda ise, belirtilen hususların tam tersi yaşanmaktadır.
Günümüz koşullarında iş ilişkilerinin düzenlenmesi çalışan, iş veren ve devlet için önemli bir sorumluluk olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında çalışan bireyler, emeğinin karşılığı olarak yönetimden haklarının dağıtımını adil ve eşit bir şekilde gerçekleştirilmesini beklemektedir. Çalışan bireyler, kurumlarından sağlamış oldukları maddi ve manevi kazançlarının adil olarak dağıtımına önem verirler. Özellikle, nitelikli/kalifiye çalışanlar adil hak dağıtımının yanında, süreçleri ve yöneticilerinin davranışlarını da önemsemektedirler. Çalışanların elde ettikleri kazançların adilliği iş performanslarını artırabilmekte ve bu durum da kurumun verimliliğine olumlu yansımaktadır. Kurumların sürdürülebilirliklerinin sağlanması ve rekabet gücünün küresel alanda devam ettirilebilmesi için, maliyetlerinin düşük olması kadar kalifiye iş gücüne ve bu iş gücünün verimli çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır.